28 Mart 2024 - Perşembe

Çöküşün Sesini, Nerde Duysam Tanırım!

“Hayma” deriz Çukurova’da… Sıcaktan korunmak için tarlaların bir tarafına, bostanların bir köşesine, evlerin damına, o zamanın şartlarında genellikle kavak ağacından mamul malzemelerle yapılırdı.

Yazar - Ali PELTEK
Okuma Süresi: 5 dk.
83 okunma
Ali PELTEK

Ali PELTEK

alipeltek@hotmail.com -
Google News

“Hayma” deriz Çukurova’da… Sıcaktan korunmak için tarlaların bir tarafına, bostanların bir köşesine, evlerin damına, o zamanın şartlarında genellikle kavak ağacından mamul malzemelerle yapılırdı.

Sırıktan hallice ağaçlar, iptidai biçimde birbirine çakılıp, tarlada bostandaysan, üzerine hayıt dalları, hambelis çalıları, zakkum kolları kesilip atılırdı. Al sana gölgelik ! Sıcak işlemez artık gölgesine sığınana.

 

Kanalda çimmeye gitmiştik. Altı yedi kişi, aynı sokağın çocuklarıyız. Dönüşte, Çippik Emmi’nin bostanın tulumbasına yanaştık. Al ver! deyip , tulumbanın koluna yüklenerek, akan suyla, sırayla yüzümüzü yıkayıp, susuzluğumuzu giderdik. Bostan da kimse yok. İlerideki haymanın altında biraz soluklanalım, dedik. Erkut, ben, Turgut oturduk haymanın altına. Hüseyin’le, Kel Osman’ın torunu Hamza, başak yapılacak bir şeyler var mı diye, bostanı geziyorlar. Kuyucu Fatma’nın torunu ortalarda görünmüyor. Geçmiş zaman, ne konuşuyoruz aramızda tam hatırlamıyorum. Altında oturduğumuz hayma sallanmaya başladı. Çökecek! dedi Erkut, hayma çökecek. Ne için, çökecek, ne oldu da çökecek diye aklımda çözmeye çalışırken, üzerimizdeki hayma önce sağa sola sallanıp, ardından kuru kavak salmalarının çatırtısıyla üzerimize devrildi.

Üzerimizdeki dalları, ağaçları atarak çıktık yıkıntının altından. Kafama üstteki salmalardan biri düşmüş, sağım solum çizilmiş hafiften. Başım zonklarken, üstümü başımı silkeleyip, diğer arkadaşlara baktım. Erkut gözünü tutuyor, bir şeyim yok! diyerek. Bir çıtırtı geldi Turgut’un arkasında kalan, yıkılan haymanın altından. Kuyucu Fatma’nın torunu Cumali, gülerek ayağa kalktı, üzerindeki kuru yaprakları silkeleyerek. Ödünüz koptu deel mi lan! diyor bize. Meğer, şaka yapmak için üzerine çıkmış, üzerimize devrilen ağaçların…Önce güldük, ne korkması oğlum ! diyerekten. Erkut’tan gelen feryadı duyana kadar, güldük birlikte.

Eliyle sol gözünü kapatan Erkut’tan yana seğirttik hemen. Gözünün üzerine bastırdığı , parmaklarının arasından ipince, iplik misali kan sızan elini zor gücele ayırdık, gözünün üzerinden. Gözünün olması gereken yerdeki, vişne rengi boşluğa baktık bir müddet…

Erkut’tun gözü kurtarılamadı. Beyazla boz arası bir renk aldı. Yaşamının, çöken haymanın altında kalıp, sekizlik çivinin gözüne batması sonrası, lakabı, “Bozo” olarak kaldı. Ben, bir kere bile, Bozo, demedim ona. Ama, onu gördükçe, çöküntü sesi, çınlayıp durdu kulaklarımda

 

Bir inşaat iskelesi çökerken olsun ya da bir bina, duyar duymaz tanırım. Bu bir çöküş sesidir! derim. 17. Yüzyıl Osmanlı tarihinden itibaren başlayan yazılı vesikaları okurken: “Aha, Osmanlı çöküyor” diye geçiririm içimden.

Film izliyorum değil mi; filmin bir sahnesinde, bina, köprü, gökdelen, her neyse, bir yapı çöker. Seyrederken, dinlerim. I ıh ! derim; bu sahne sonradan seslendirilmiş. Gerçek çökme sesi değil bu !

Çökmeyi, bir şeylerin çökmesini, çökmek üzere olanı tanır kulaklarım. Dünyadaki mevcut sistemlerin çökmek üzere olduğunu duyuyorum… Çıkan seslere kulak verin, siz de duyacaksınız. Üretime dayalı politikaları terk eden ülkelerin haline bakın, çatırtılar geliyor. Duyuyor musunuz?

Tehlike altında hissettiğimde, kaçma gibi bir ön donanımım, refleksim olmadı. Kaçmam, ülkemi, yurdumu, üstümüzde dalgalanan bayrağı bırakıp, kaçmam. Ama, sistem çatırdıyor. Üzerimize çöken yapının, bir arkadaşımızın gözünü kaybetmesine sebep olmasından beridir, çökmekte olan şeylerin sesine duyarlıdır kulağım.

Adalet, hak- hukuk, eşitlik, milli birlik-bütünlük, yetim hakkı ve daha fazlasını saymaya gerek duymadığım mefhumların itibarının iade edilmesi gerekiyor.

Algılamakta zorlandığım şu sistemde, içinde bulunduğumuz olağanüstü şartlarda, önceden şahit olmadığımız şeyler oluyor. Hiçbir şeye benzemiyor. Ne bileyim işte. Oturduk klavyenin başına yazıyoruz, içimize dert olan şeyleri.

Aslında çok söze gerek de yoktu. Şeyh Edebali’nin “İnsanı yaşat ki, devlet yaşatsın” sözünü deseydim, biraz kısa olurdu ama, konuyu özetlerdi.

 

 

09. 05. 2021

#
Yorumlar (0)
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.